29 Aralık 2007

Akademisyenler ve tanımsız plakalar


Eğitim ve öğretim hayatının aşamaları göz önüne alındığında ilkokul,lise ve üniversite dönemleri içersinde en verimli dönemin ilkokul ve lise dönemleri olduğu kabul edilir. Bir insanın duygu ve düşünceleri şekillenmemişken onlara hakim olmanın ve onları belli bir doğrultuda yönlendirmenin daha kolay ve doğru olduğu düşünülür. Bu düşünce teorik olarak doğrudur. Ancak günümüz eğitim ve öğretimi düşünüldüğünde pratik olarak doğruluğu tartışılır bir hale geliyor. Üniversitelerden mezun olan öğretmen adaylarının kapasitesi çokta iç açıcı değil. Bir öğretmenin öğrencisine yararlı olabilmesi için ilk olarak öğrencisini tanıması onu anlaması gerekir. Öğrenciyle iletişim kurabilmek için bu gereklidir. Oysa bugün bir araştırma yapılsa çoğu öğretmenin daha kendini tanımadığı, anlamadığı ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla böyle bir öğretmenin öğrencisini anlaması ve onu yönlendirmesi beklenemez. Çünkü öğrenciden önce öğretmenin yönlendirilmeye ihtiyacı vardır. Böyle bir sistemde yetişen bir öğrencinin üniversiteye geldiğinde sendelemesi gayet doğaldır. Bence işte bu noktada üniversite kurumunun eğitici yönü ön plana çıkarılmalıdır. Dolayısıyla sanıldığının aksine bugün eğitim ve öğretimin ağırlığı üniversite üzerindedir. Her ne kadar farkında olmasakta. İlkokul veya lisede yönlendirilen bir insan bunu genel olarak ezbercilik mantığıyla hayata geçirecektir. Oysa üniversiteye gelmiş bir insan,her ne kadar çok fazla düşünebilme kabiliyetine sahip olmasa da çevresindeki olayları sorgulayabilir. Aslında her insanın buna ihtiyacı vardır. Hayatı daha iyi tahlil edebilmek, anlayabilmek, özümseyebilmek için. Ancak farkında değildir. Bir üniversite eğitici ve öğreticisinin (artık şu Dr, Doç, Prof gibi safsataları aşmak gerek) ilk görevi cümleleri ve davranışlarıyla öğrencisinin farkındalığını arttırmaktır. Kişinin kendisini ve çevresini sorgulaması bir ihtiyaçtır. Çoğu zaman insanoğlu tek başına bunu fark edemez. Bazıları da daha rahat bir hayat varken düşüncenin maliyetine katlanmaya gerek duymaz. Maliyet diyorum çünkü düşünmenin de kendine göre bir maliyeti vardır. Düşünce, sabaha gebe bir çocuk gibidir. Sabahı görebilmek için sancılı bir geceyi göze almak gerekir. Böyle bir geceye katlanabilecek insanları bulmak ve onların rehavet bulutlarından kurtulabilmelerine vesile olmak veya bu doğrultuda çaba harcamak öğretmenin vazifesidir. Bunu da ancak kendisini öğrencilere adamış, belli fedakarlıklarda bulunabilme iradesine sahip öğretmenler yapabilir. Her şeyden önce eğitim ve öğretim sistemimiz böyle öğretmenlerin varlığına muhtaçtır. Muvaffakiyet öğrencileri değil ilk olarak öğretmenleri daha kaliteli ve daha kültürlü insanlar yapmakla mümkün olacaktır.

15 Aralık 2007

cuneydi'nin gözünden...


Aile; ikinin bir olması, vücutların birbirini tamamlaması, ruhların sükuna kavuşması. Hayat bir yap-boz gibi. Evlilikte bu yap-bozun bir parçasının daha tamamlanması sanki. Boş olan yere eksik olan parçanın yerleştirilmesi. Bazen eksik olan parça sığması gereken yere büyük veya küçük gelebiliyor. Buda yanlış bir evliliğin ilk defa kendini hissettirmesi. Bence önemli olan parçanın ilk yerleşimi esnasında kendine ayrılan yere sığması. Daha sonra daralma veya genişleme şansına sahip.
İnsanın bekarken ailesine veya çevresindekilere söylemeyeceği bazı mahremleri vardır. Bu mahremiyetler bazen bir düşünce,bazen yaşanmış bir olay,bazen de bir duygu. Yani diğer insanların seni anlayamayacağını düşündüğün şeyler. Bunların bir çoğunu paylaşıyor insan eşiyle. Seni anlaması veya anlamaması önemli değil. Mesele şu; evliliğinde kendine göre mahremiyetleri oluyor. Yani aynı şekilde eşinin seni anlayamayacağını düşündüğün duygu, düşünce ve olaylar.Öyleyse neden evlenir insan şeklinde bir soru sorulabilir. Bu noktada evlilik genel noktalarda anlaşabilme durumudur. Ayrıntılar ise derinliğe göre farklılıklar gösterebilir. Önemli olan bunu bir sorun olarak görmemektir. Bu noktada aile içindeki kontrolün kendi elinde olmasını isteyen erkeğe büyük sorumluluklar düşüyor. Duygusallığı mümkün olduğunca minimuma indirmek gerekiyor. Çünkü olayları mantıklı bir şekilde yorumlayamazsan eşinle aranda gelişen ilişkiyi kontrol edemezsin.Bu bir sıkıntı haline gelir ve bir yerden sonra müdahale etmek oldukça zorlaşır.
İlişkide bir sıkıntı olduğunda bayan daha çok kendi içine kapanır. Hiçbir şeyden şikayet etmez ama iletişimde kurmaz. Onunla iletişim kurmak ve sorunun ne olduğunu anlamaya çalışmak burada erkeğin görevidir.Ama işin kötü tarafı insan hep aynı ruh hali içinde kalamıyor. Yani her saniye mantığıyla hareket edemiyor. Ya bir sorun yokmuş gibi davranarak iki yabancı gibi yaşanıyor (sorunun zamanla kendiliğinde çözüleceğini bekleyerek ) yada tepki gösterip susarak sessizliğe bürünülüyor. Her iki seçenekte de bunalım var. Ön planda veya arka planda olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Her halükarda oturup şartlara uygun bir biçimde kişi karşısındakiyle konuşarak bir şeyleri halledemiyorsa sıkıntı büyüyor ve farklı şekillere bürünerek devam ediyor.
Bir erkek kendini evinde mutlu hissetmiyorsa mutluluğu evin dışında arayacaktır. Bu aslında mutluluk aramakta değil. Evde kendini sıkan sebepten uzaklaşmak. Bu noktada gerçek bir eş erkeği evinde tutabilen başka bir ifadeyle elinde tutabilen bir eştir. İdeal olanda budur. Kadın erkeğe göre daha hassas olma hakkına sahiptir. Ama olaylar kontrolden çıkmışsa bir şeylere dur diyebilme iradesini de gösterebilmelidir. Aynı şey erkek içinde geçerlidir. Şu veya bu şekilde eşler birbirini tamamlamadıkça evlilik sekteye uğrar.(eşimin deyimiyle evlilik yürümez )
Evlenmeden önce kişi karşısındakinde aradığı özellikleri mutlaka belirlemeli. Kafasında bir şablon oluşturmalı ve buna sadık kalmalı. Bu aslında oldukça zordur. Genel olarak birkaç özellik belirleyebilirsin. Ama geride o kadar çok boşluk kalır ki.Herşeye rağmen insanın kafasında şunu belirginleştirmesi lazım.Karşındaki insan beynine mi midene mi yoksa cinselliğine mi hitap edecek. Cinselliği güzellik olarak ta algılayabilirsiniz. Bu özelliklerin üçünü de tek bir insanda aramak karşındakine haksızlık etmektir. Sen de dahil hiçbir insan mükemmel değildir. Muhakkak kafandaki mükemmellik düşüncesini bir yerlerinden feragat etmen gerekir. İşte feragat edilen yerler kişinin evlilik hayatını belirleyecektir. Benim eşimde aradığım ilk özellik mütevazilik ve kanaatkarlıktı. Çünkü bu özellikleri üzerinde barındırmayan bir insanı ne duygusal olarak nede maddi olarak mutlu etmek mümkün değildir. Kaldı ki bu özelliklere sahip olan insanın kendini geliştirmesi yeni şeyler öğrenmesi çok daha kolay oluyor.(Özellikle üniversiteyi bitirmiş bayanlarımızda mütevazilik ve kanaatkarlık duygusu biraz arka planda kalıyor. Toplum içinde çok yeralan bir bayan erkeksileşiyor. Buda onu itici kılıyor. Bu evinde oturacağı anlamına da gelmiyor tabii. Ama yukarıda bahsettiğim iki özelliği dikkate alarak yaşamak hayatını buna göre düzenlemek bence zorunluluk.Aksi taktirde hayatın tadı kaçıyor. İşin daha acı tarafı ise hayattan tat alamadığının farkında olmamak. Veya bu durumdan kurtulmak için çaba harcamamak. Her halükarda yaşamak zor. İnsan kendi hayatını kendi düşüncelerine göre belirlemeli, Çevresindeki evliliklere bakarak değil.O öyle yapıyor bende şöyle yapmalıyım tarzındaki bir anlayış her zaman tutmuyor.Çünkü yaşananların merkezinde farklı iki insan var.Ve şartlar kendine özel.Kısacası iki artı iki her zaman dört etmiyor.Kişinin istediği aile hayatını kafasında tasarlayarak evlenmesi bence ideal olanı.
Son olarak bir konuya değinmek istiyorum. ‘ben evleneceğim kişiyi kimsenin etkisinde kalmadan kendim seçeceğim’ derdim. Annemin önereceği bir bayanla ve görücü usulüyle evleneceğim kafamdaki en son düşünceydi. İstemesem de onu kırmamak adına annemin önerdiği bayanla telefonda (eşimin yüzünü onunla tanıştıktan bir hafta sonra gördüm) görüştüm ve karşımdakinin kafamdaki profille örtüştüğünü gördüm. Özellikle çalıştığım kurumdaki arkadaşların bu şekilde evlenmek sana yakışmıyor, bu geri kafalılıktır demeleri umurumda değildi. Önemli olan karşımdakiyle uyuşmamdı. Demek istediğim insanların nasıl tanıştığının hiç önemi yok,esnek davranılmalı. Sürekli bir açık kapı bırakılmalı. Çünkü nasibin nereden geleceğini kestiremiyorsunuz. Sadece nasibin gelip sizi bulmasını beklemekte yeterli değil.Kişinin de onu bulmak için çaba sarf etmesi gerekiyor. Bu yüzden evlilik bahsi geçtiğinde ‘nasip’ diyen pasif insanları sevmiyorum.
Bu yazı bir aylık bir evlilik hayatından sonra ardıma dönüp baktığımda gözüme takılanlardan düzenlenmiştir.Bu konuda yeni düşünceler belirdikçe,farklı olaylar yaşadıkça bunları yazıya dökmeye devam edeceğim.Allah bizlere ve eşlerimize birbirimizi hak edebilmeyi nasip etsin,amin.